20 Aralık 2020
Bu konuşmada kürtaj üzerine bu coğrafyada verilen fetvaların tarihsel olarak değişimini analiz ederek, İstanbul Müftülüğü’ne bağlı Alo Fetva Hattı’nda dini sorulara cevap veren vaizelerin kürtajla ilgili tavsiyelerine değineceğim. En başta, kürtaj hakkında normatif bir şey söylemeyeceğimi, ilahiyatçı olmadığımı, verilen fetvalara katıldığım ya da katılmadığım, onları doğru bulduğum ya da bulmadığımı söyleme derdinde olmadığımı ifade etmek istiyorum. Sadece geçmişte verilen fetvalarla günümüzdeki fetvaların arkasındaki akıl yürütmelere bakmak ve dini yorumların nasıl da tarih içerisinde politik değişmeler ve teknolojik gelişmelerle değişebildiğini, “Dinde böyledir” diye genelde statik ve değişime kapalı bir şekilde düşünülen hükümlerin aslında zamanın bağlamı içerisinde yapılan bir yorum olduğunu anlatmak istiyorum.
Şuradan başlayayım: Klasik fıkhi yorumlarda kürtaj konusunda verilen görüşler mezhepten mezhebe göre değişiklik gösteriyor. Ama ortak oldukları bir nokta var, o da ruhun bedene girmesinin bir dönüm noktası olması. Bu nokta artık kürtajın mümkün olmadığı bir aşama olarak addediliyor. Örneğin Hanefi ve Zeydilere göre ruh bedene 120. günde giriyor, bu yüzden 120 günden öncesinde kürtaja izin veriliyor. Hanbalilere 40. günde, Malikilerin birçoğuna göre de spermle yumurtanın birleşmesiyle ruh bedene giriyor. Ruh bedene girdikten sonra artık o fetüsün insan olduğu, girmeden önce ise bitkilere veya hayvanlara benzeyen bir canlılığı olduğu, dolayısıyla bu dönemde kürtajın mümkün olduğu düşünülüyor (Musallam, 1983). Bu coğrafyada XIX. yüzyıla kadar kürtaj ne hukuki olarak yasak ne de kürtajı yasaklayan bir fetva var. Ne zaman ki XIX. yüzyılda biyopolitikanın ortaya çıkışıyla artık “hayat” egemen iktidarın bir meselesi haline geliyor, nüfus politikaları ortaya çıkıp, doğum ve ölüm oranları bir mesele haline gelip tıp bilimi kurumsallaşıyor, kürtaj da o zaman egemen iktidarın bir nesnesi haline geliyor. Ve Osmanlı’da 1838’de ilk yasaklandığında, Şeyhülislam’dan da bunun günah olduğuna dair bir fetva yayınlaması isteniyor (Demirci ve Somel: 2008). Devlet iktidarıyla dini otoritelerin söylemlerinin bu kadar iç içe geçmiş olmasının birçok konuda olduğu gibi kürtaj konusunda da o zamandan beri devam eden bir olgu olduğunu söyleyebiliriz.
Hayatın bir politika nesnesi olmasına paralel bir şekilde, bir de ultrason teknolojisi çok ciddi bir şekilde etkiledi kürtajla ilgili yorumları. Ultrasonla fetüsün görülebilmesi ile birlikte, artık ruhun bedene girmesi bir değişime işaret etmemeye başladı. Artık fetüsün görünürlüğünün bir otoritesi vardı ve bu otoriteyle birlikte dokunulmazlığı ve hakları olan yeni bir fetüs anlayışı gelişmeye başladı. Bu fetüs hayatı temsil eden, hayatın ikonu olan bir şey haline geldi. Yani ultrasonun yaptığı şey aslında sadece fetüsü temsil etmek değildi, ultrason fetüsü bedenselleşmiş, toplumsal ve bizden etik bir yanıt talep eden bir varlık olarak yeniden kurdu (Haraway 1997). Ve günümüzde Diyanet’in kürtaj fetvasında da fetüsün yaşama hakkının dokunulmazlığı vurgulanıyor ve annenin sağlığı tehlikede olmadığı müddetçe, spermle yumurtanın birleştiği andan itibaren sahip olunan bu yaşama hakkına, anne ve baba dahil kimsenin karışamayacağı ifade ediliyor.
Din İşleri Yüksek Kurulu [DİYK] kürtaj hakkındaki ilk fetvasını 1956 yılında verdi. Kürtajın kati bir şekilde caiz olmamasına dair önemli bir istisna DİYK’ın Bosna Savaşı sırasında tecavüze maruz kalmış kadınların kürtaj olabileceğine ilişkin 1994 yılında yayınladığı kurul kararıydı. Bu kurul kararına göre yaşanan bu olaya, İslâm’ın izzeti ve İslâm toplumunun bu bölgede varlığını devam ettirmesi veya yok olması açısından da bakılması gerekmekteydi. Bu yüzden, Bosnalı kadınların kürtajına cevaz verilmiştir, hatta Türkiye’den Bosna’ya jinekolog yollanmıştır. Bu açıklamada mazeret olarak ifade edilenin tecavüze uğrayan kadınların ruhsal sağlıkları ve hayatlarının devamında yaşayacakları zorluklar değil de, İslam’ın izzeti ve İslam toplumunun bölgedeki mevcudiyeti olarak bakılması, yine aslında burada İslami bir beden politikası olduğunu gösteriyor bana kalırsa. İslam toplumunu ve ümmetini bir beden olarak düşünürsek burada ifade edilenin de başka türlü bir biyopolitika olduğunu söylemek mümkün. Fetvaların kendisi gibi istisnaları da farklı politik bağlamlarda değişebiliyor ve farklı otoritelerin bilgileri tarafından şekillenebiliyor.
Eski Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’in kürtaj tartışmalarının yoğun olduğu bir dönemde yaptığı açıklamalarından birinde, kürtajın caiz olmadığını ifade ederken, tek referansının bilim adamları ve bilim teknolojisi olması da oldukça dikkat çekici. Alo Fetva’da verilen fetvalara baktığımda, fetvaların bazıları, kürtajda olduğu gibi, tamamen tıbbi söyleme dayanan, onu büsbütün sahiplenen fetvalar iken, bazılarının ise tıbbi söylemlerle açıkça çatıştığını söylemek mümkün. Aynı şekilde psikoloji bilimi ile de böyle bir gerilimli ilişki kurulduğunu söyleyebilirim. Tekrar Mehmet Görmez’in fetva açıklamasına dönersem, kendisi sonrasında şunu ifade ediyor: “Annenin hayatını korumak, tecavüz gibi cinsel saldırıların sonuçlarını ortadan kaldırmak ve anne rahminde ceninde ortaya çıkan ağır hastalıklar gibi konularda genel hükümler belirtmek yerine, her bir özel durum için özel hüküm gerekebilir.” Bunları okuduğumda oldukça şaşırdığımı hatırlıyorum. Çünkü daha zor ve karmaşık sorular Din İşleri Yüksek Kurulu’na yönlendirilip, oradaki uzmanlar tarafından cevaplanıyor olsa da, Alo Fetva hattında yaptığım saha araştırmasında gözlemlediğim şey kürtajın kati bir şekilde caiz olmadığıydı. Vaizelerle yaptığım mülakatlarda da annenin sağlığının risk altında olması haricinde bana hiçbir zaman istisnalardan bahsedilmemişti.
Bu noktada biraz bahsettiğim araştırmaya geçeyim. Ben 2015’te yüksek lisans tezim için İstanbul Müftülüğüne bağlı Alo Fetva hattında, vaizelerin telefonla sorulara cevap verdiği odada saha araştırması yaptım. “Bayan Fetva Odası” olarak isimlendirilen odaya beş ay boyunca yaptığım ziyaretlerde, vaizelerin fetva sorularına verdikleri yanıtları dinledim ve on vaizeyle ve din hizmetleri uzmanıyla derinlemesine mülakatlar yaptım. Saha araştırmasında gözlemlediğim ve tez boyunca anlatmaya çalıştığım şey, orada olan şeyin bir yönetimsellik biçimi olduğu, yani Alo Fetva ile devletin insanların evlerine, ailelerine, gündelik hayatlarının en derin ayrıntılarına girip orada yaşanan problemleri kendi söylemleriyle yönettiği idi.
Ama öte yandan da, vaizelerin fetvalarını sadece yönetimsellik ve iktidar bağlamında tartışmanın doğru olmadığını, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın fetvaları ile vaizelerin dinledikleri hikayeler arasında bir yorumlama alanı olduğunu ve bu alanda kadın deneyimlerine aşina kadınlar olarak vaizelerin soru soran kadınları anlamaya, onların haklarını korumaya ve kişiye özel tavsiyeler vermeye çalıştıklarını gördüm. Özellikle imam nikahı, çok eşlilik ve dini boşama gibi konularda vaizeler duruma özel yorumlar yapıyorlar, kadınların ve anlatılan hikayelerdeki tarafların hepsinin maksimum iyiliği için çözümler üretmeye çalışıyorlardı. Saha yaptığım dönemde gördüklerimden yola çıkarak şunu açıkça söyleyebilirim ki, bu bahsettiğim yorumlama alanında esnekliğin en az olduğu konu kürtajdı. Saha araştırmam boyunca, kürtaj konusunda vaizelerin fetvalarının çok açık, net, annenin hayatı tehlikede olmadığı müddetçe kürtajı cinayetle eşdeğer gören cevaplar veriliyor olması ilgimi çekmişti. Daha iyi anlaşılması için bir vaizenin anlattığı bir tavsiyeyi örnek vereyim. Görüşmelerden birinde, ertesi gün için doktordan kürtaj randevusu almış; fakat ciddi bir suçluluk duyan bir kadın arıyor. Vaize ona neden kürtaj olmak istediğini sorunca kadın, on bir aylık bir bebeği olduğunu, kocasının çok sorumsuz olduğunu ve kendisinin depresyonda olduğunu söylüyor. Vaize de “Madem öyle, depresyondasın ve kocan sorumsuz, neden on bir aylık bebeğini öldürmüyorsun?” diye soruyor. Ve kadın kürtaj olmaktan vazgeçiyor. Burada vaizenin verdiği fetvanın doğruluğunu veya yanlışlığını tartışmıyorum, sadece vurgulamak istediğim nokta, fetvanın katiliği ve kürtajın bir cinayetle eşdeğer olarak görülmesi. Bu konuda fetvalar o kadar net ki, ertesi gün hapına dahi izin verilmiyor, çünkü hapın alındığı vakitte sperm ile yumurtanın birleşmiş olması ihtimali göz önünde bulunduruluyor. Vaizelere göre zaman konusunda bir sınır çizmek çok zor ve ertesi gün fetüse müdahale etmekle, 3 ay sonra müdahale etmek arasında, ya da doğup on bir aylık olduğunda onu öldürmek arasında hiçbir fark yok. Vaizelere fetvanın arkasındaki akıl yürütmeyi sorduğumda, bana eskiden 120. günde ruhun bedene girdiği dolayısıyla ancak o zaman fetüsün canlılığa sahip olduğunun düşünüldüğünü, fakat ultrason teknolojisiyle birlikte artık modern tıbbın fetüsün kalp atışını duyup hareketini görebildiğini ve bu yüzden fetüsün canlı ve potansiyel bir insan olduğunu düşündüklerini ifade ediyorlardı.
Bildiğiniz üzere, fıkıh insan ürünü olan, yani değişime açık, insanların ihtiyaçlarına göre şekillenen, akışkanlığı, esnekliği olan bir söylem. Tarihe baktığımızda gördüğümüz İslami yorumların temelinde yer alan o müphemliğin ve esnekliğin özellikle geçtiğimiz yüzyılda kaybolmaya başlaması, aslında salt kürtaj meselesi özelinde gerçekleşen bir şey değil. Günümüzde özellikle aile hukuku şeriata dayanan Müslüman ülkelerde fıkhın kodifiye olması ve böylece özellikle toplumsal cinsiyet hiyerarşisine dayanan ve kadınları mağdur eden katı yasaların çıkması da bunun bir parçası. Bizde bu kodifikasyonu hukuki bağlamda olmasa da, gündelik hayat meselelerine dair fıkhi yorumlarda görüyoruz. Alo Fetva özelinde ise bu kodifikasyonun en görünür olduğu meselelerden birinin kürtaj konusu olması da az önce bahsettiğim biyopolitikanın ortaya çıkışından, kürtaj özelinde Türkiye politikasındaki kürtaj karşıtı tartışmalardan, de facto kürtaj yasaklarından bağımsız değil. Ve kürtaja net bir şekilde karşı çıkan dini otoritelerin fetüsün yaşam hakkına dair söylemleriyle tüm dünyadaki kürtaj karşıtı söylemlerin benzerliği de tesadüf değil. Hepsi hayatın dokunulmazlığına ve fetüsün canlılığına işaret ediyor. Burada söylemek istediğim şey şu: Kürtaj karşıtı argümanlar dini bir yerden temellendirilirken, aslında o temellendirilen yer salt din değil. Aslında bizim gündelik hayatımıza yön veren din, hiçbir zaman salt din değil. Din her zaman belirli şekillerde yorumlanarak, iktidar ilişkileri, aile dinamikleri, gelenekler, hukuki, toplumsal, ekonomik ve politik koşullarla birlikte şekilleniyor.
–
Bu makalenin ilk taslağı “Vaizelerin Kürtaj Fetvalarında Potansiyel Canlılık ve Hayatın İktidarı” başlığıyla, Havle Kadın Derneği’nin düzenlediği “Feminizmin Yerelleşmesi” adlı konferansta, 20 Aralık 2020 tarihinde sunulmuştur. Feminizmin Yerelleşmesi konferansımızın diğer metinlerine ulaşmak için buraya tıklayabilirsiniz.