19 Aralık 2020
Geçtiğimiz on yılda Türkiye feminizmini dönüştüren belli başlı yerel ve ulusaşırı dinamikler var. Bu dinamiklerin yansımalarından bazılarını şöyle sıralayabiliriz: (a.) devlete ve kurumlara şüpheci yaklaşım ve sivil toplumculuk mantığından uzaklaşma, (b.) sosyal medya üzerinden örgütlenme ve kampanyalar yürütme, (c.) diğer -erkek egemen- sosyal hareketlere sızma ve (d.) farklı kadın grupları arasında hem hak kayıplarına direnen hem de yaşam biçimlerine müdahaleye karşı çıkan koalisyonlar kurma. Benzer yansımaların izini dünyanın başka yerlerindeki feminizmlerde ve #BenDe, Bir Kişi Daha Eksilmeyeceğiz, Las Tesis ve Uluslararası Kadın Grevi gibi güncel ulus-aşırı kampanyalarda sürmek mümkün.
Bu yazıda yukarıda bahsettiğim sürecin etkilerini “sistem dışı feminizm” açısından tartışmak istiyorum. Türkiye’de feminizm tartışmalarında geçmişte yaygın olarak kullanılan ve özellikle geç 1980’ler ve erken 1990’lar dönemini niteleyen; ancak zaman içinde cazibesini yitiren “sistem dışı”nın, feminist hareketin benimsediği gündemleri, örgütlenme biçimlerini ve siyaset stratejilerini saptamak ve yorumlamak açısından kullanışlı bir kavram olduğunu ve güncelliğini koruduğunu öne süreceğim.
Feminizmleri sınıflandırma meselesi
“Sistem dışı feminizmi yeniden gündemleştirme fikri nereden esti?” sorusu ile başlayayım. “Feminizm nedir, nasıl tanımlanır, gündemi neye göre belirlenir, öznesi kimdir, kimlere feminist denir, kimlere denmez, nasıl örgütlenir?” gibi sorularla ilgilenen biriyim. Bir süredir de özel olarak feminizmleri sınıflandırma konusunu mesele ettim. Bu, Türkiye’de feminist hareket ve kadın hareketi üzerine yapılan çalışmalarda saptadığım bazı baskın eğilimlerden kaynaklanıyor. Bu eğilimlerden bir tanesi, kadın hareketinin ülke çapında öne çıkan siyasi aidiyetler baz alınarak sınıflandırılması. Örneğin kadın çalışmaları alanında yazılmış bir yüksek lisans tezini açtığınızda içinde “Kemalist kadınlar,” “İslamcı kadınlar,” “Kürt kadınlar,” feministler” diye sınıflandırılmış bir kadın hareketine rastlamanız muhtemeldir. Kadın hareketinin “vegan,” “kuir,” “anarşist” diye sınıflandırıldığını görmeyiz; zira bunlar ulusal seviyede kategoriler değillerdir; olsa olsa tekil çalışmalara konu olurlar. Benzer bir sınıflandırma pratiğini feminist hareketin dönemselleştirilmesinde, dalgalar metaforunun kullanımında görürüz: Geç Osmanlı ve Erken Cumhuriyet dönemi Birinci Dalga, 1980’ler itibariyle İkinci Dalga; şimdilerde ise üçüncü hatta dördüncü dalgalardan bahsediyoruz. Bu dalgalar arasındaki kesişimler, örtüşmeler, iç içe geçmeler akademik çalışmalarda pek öne çıkmaz. Sosyalist kadınların ve örgütlü kadın işçi hareketlerinin de bu dalgaların bir parçası olarak görülmediğini teslim edelim.
İkinci baskın eğilim ise yine kadın ve toplumsal cinsiyet alanındaki çalışmaların genellikle formel örgütlere, STK’lara, STK’ların oluşturdukları platformlara ve yürüttükleri kampanyalara odaklı, yani esasen devleti adresleyen oluşumları merkeze alıyor olması. Oysa feminist hareket dediğimizde – STK’ların önemini yadsımamakla beraber –hareketin adeta bağ dokusunu oluşturan, enformel, küçük ölçekli, profesyonelleşmemiş, kurumsallaşmamış ve daha spontane ve konu bazında hareket eden örgütlülükler de söz konusu. Örneğin 8 Mart ya da 25 Kasım vesilesiyle örgütlenen buluşmalarla veya feministler olarak düzenlediğimiz dizi dizi tartışmalarla örülen, tek derdi devlet, AKP ya da yasal haklar olmayan; topyekûn bir toplumsal dönüşümden bahseden ve tabandan yukarı doğru talepler yükselten oluşumlardan bahsediyorum. Bu oluşumlar, biz onları bilsek ve kendi aramızda tartışsak da, literatürde kendilerine pek az yer edinebiliyorlar.
Kendi çalışmalarımda bu iki baskın eğilimi dengelemek amacıyla iki ayaklı bir yöntem benimsedim. İlk ayağında feminizmi ulusaşırı bir perspektiften ele alıyorum. Aynı anda hem yerel hem ulusal ve hem bölgesel hem de küresel düzeyde gerçekleşen akımları, bağlantıları ve kimlikleri kavrayabilmek için, araştırmayı çok ölçekli bir şekilde tasarlamak ve analizi de bu şekilde yürütmek olarak tanımlayabiliriz bu perspektifi. Bu perspektiften Türkiye’de farklı kadın gruplarının, tarihsel ve küresel eşitsizlikler haritasında işgal ettikleri yere göre, farklı dalgaları farklı zamanlarda deneyimlediklerini tespit edebiliyoruz. Örneğin Gezi süreci tüm feminist hareket için bir dönüm noktasıydı, değil mi? Değil aslında! Kürt kadın hareketi için değil mesela. Onlar için 2015 yazı, 7 Haziran ile 1 Kasım seçimleri arasında patlayan savaş dönüm noktasıydı daha ziyade. Veya, kadın hareketinin kazanımlarından bahsedildiği zaman yalnızca “bütün kadınları” ilgilendiren yasal değişimler listelenir. 2000’lerin kazanımlarından bahsedilirken mesela, yeni Medeni Kanun, Türk Ceza Kanunu’ndaki ve Anayasa’daki değişikliklerin yanına başörtüsü yasaklarının kaldırılması eklenmez çünkü bu, sadece bir grup kadını ilgilendiren bir düzenlemedir.
Benimsediğim yöntemin ikinci ayağında ise STK’ları ve formel süreçleri merkeze almak yerine, yine ulusaşırı perspektifle örtüşecek şekilde, egemen feminizmler ve karşıt kamusal alanlardaki feminizmler arasında ayrım yapmak var. Karşıt kamusal alanlar 80’lerin sonlarında Amerika’da Nancy Fraser, Rita Felski gibi feministlerin geliştirdiği bir kavram. Örneğin Fraser karşıt kamusal alanları, “[e]zilen toplumsal gruplara mensup kişilerin kimlikleri, çıkarları ve ihtiyaçları hakkında karşıt söylemler üretip bunları dolaşıma soktukları mücadele alanları” olarak tanımlamış. Yani burada devlet, sivil toplum ve küresel yönetişim üçgeninde faaliyet gösteren, egemen toplumsal gruplara mensup kişilerin aksine, var olan eşitsizlikleri sessizleştirmeyen ve onlara işaret ederek onları dönüştürmeye çabalayan, başka bir deyişle kadınların ezilmesi meselesine daha kesişimsel bir yerden yaklaşan bir mücadele alanından bahsediyoruz. Sistem dışı feminizm kavramını bana yeniden düşündürten, işte bu karşıt kamusal alanlar tanımlamasıdır.
Sistem dışı feminizm
Sistem dışı feminizm, 1980’lerin sonu; 1990’ların başı civarında da ortaya çıkan, kadınların hem cins olarak ezilmesinden hem de kapitalizm içinde sömürülmesinden bahseden ve bu anlamda özel alanla kamusal alan arasındaki sürekliliği öne çıkaran; Feminist, Kaktüs, Pazartesi gibi dergi çevrelerinde örgütlenen kadınların geliştirdiği bir kavramsallaştırma. Sistem dışı feminizm, kendini sistem içi olarak gördüğü eşitlikçi feminizmden veya devlet feminizmden ayırdığı ölçüde, yukarıda bahsettiğim egemen ve karşıt kamusal alan feminizmleri arasındaki ayrımla da örtüşüyor. Ancak sistem dışı feminizm kavramı Türkiye’de yaygın şekilde kullanılmadı; “tutmadı” başka bir deyişle. Bunun sebebini 2011 yılında Amargi Feminizm Tartışmaları’nda Gülnur Savran şöyle anlatmış;
Önceden “sistem-dışı feminizm” diye bir tanımlama yapıyorduk ve bu çeşitli feministlerce pek benimsenmiyordu. Bence “sistem-dışı feminizm” kavramına tepki duyanlar haklı bir tepki duyuyordu bir yanıyla, çünkü sistemden kastedilen yaygın olarak kapitalizmdi. Oysa bizim, feministler olarak, kadın kurtuluşu açısından sistem-dışı derken kastetmemiz gereken şey patriarkal kapitalizm olmalı ya da … kapitalist patriarka olmalı. Dolayısıyla, sistem derken aslında bütün bu iki sistemin, kapitalizmin ve patriarkanın karşılıklı dinamiklerini de göz önüne almamız gerekiyor.
2008 yılında Sosyalist Feminist Kolektif [SFK] de benzer bir patriyarkal kapitalizm tahliliyle kurulmuştu. Kuruluş aşamasında feministlere yollanan çağrıda şöyle deniyordu:
Feminizm, sınıfa, ulusa, ırka, dini inançlara, cinsiyet kimliğine dayalı tüm bölünmelere rağmen, bütün kadınların ortak ezilmişliğine karşı bir başkaldırıdır. Cinsiyet temelli ayrımcılığa ve ezilmişliğe karşı tüm kadınlarla ortak bir paydada mücadele etmenin koşulları vardır ve bu doğrultuda her zaman yan yana duruyoruz. Ancak, bugün sosyalist feministlerin önceliğinin ise, kapitalizm/neoliberalizm ile patriarka arasında bağ kurarak kadın emeğini eksen alan ancak kadınların yaşadığı tüm ezilmişliklere karşı mücadelede kendini dolaysız var eden bir politik yönelim olması gerektiğini düşünüyoruz. … Çok genel hatlarıyla bağımsız feminist politikaların erkeklerden, sermayeden ve devletten bağımsız olması gerektiğine inanıyoruz.
SFK’nın yayını olan Feminist Politika, 2009 yılında sistem dışı feminist politikanın gündemini ve ihtiyaçlarını tartışan bir dergi olmak üzere yola çıkıyor. Bu dergideki tartışmalarda sistem dışı kavramı iki yönde geliştiriliyor bana göre. Birincisi, şimdilerde adına toplumsal yeniden üretim feminizmi [Social Reproduction Feminism] denen, bizim o zamanlar “ücretli-ücretsiz emek kıskacı” diye kelimeye döktüğümüz şeye tekabül ediyor.
Yani duygusal emeği de içerecek şekilde ev ve bakım işlerinin toplumsal konumunu ve kadınlar açısından yol açtığı sonuçları politikleştirme gündemine. İkincisi de, sistem dışı feminizm artık kendini yalnızca eşitlikçi feminizmden ve devlet feminizminden değil, aynı zamanda proje feminizminden de ayırıyor. Proje feminizmi meselesinin sistem dışı tartışmasıyla sınırlı olmadığını; kurumlara, fonlara olan bağımlılığın ve kısa süreli, sürdürülebilir olmayan, sonuç odaklı girişimlerin 2000’li yıllardan beri karşıt kamusal alanlarda büyüyen feminizmlerin ortak kaygısı olduğunu da bu noktada belirtmek gerekir.
Güncel feminizmin gündemleri, örgütlenme biçimleri, siyaset stratejileri
Başta da belirttiğim gibi, 2010’lu yıllarda sistem dışı feminizm kavramsallaştırmasını güncelleme ihtiyacını doğuran bazı gelişmelerden bahsetmemiz mümkün. Devlete ve kurumlara karşı şüpheci yaklaşımı ve STK’cılık/projecilik mantığından uzaklaşmayı dünya genelinde ve Türkiye’de güçlenen bir eğilim olarak gözlemleyebiliyoruz. Son yıllarda sağcı, muhafazakâr, otoriter iktidarların palazlanması ile beraber özellikle genç kadınlar kurumlarda politika yapmaya mesafeleniyorlar; zaten kurumlar da artık onlara kapılarını kapatıyor. Böylece giderek daha fazla sayıda kadın enformel biçimlerde örgütleniyor. Metropollerden taşraya ve şehir merkezlerinden mahallelere doğru yayılan, kendine feminist diyen veya demeyen ama son kertede erkek egemenliğine karşı mücadele eden kişilerin ve grupların sayısı hızla artıyor. Sosyal medya üzerinden örgütlenme ve kampanya yürütme pratikleri bu süreci pekiştiriyor. Sosyal medya sayesinde hem daha geniş kitlelere seslenmek hem bir araya gelme imkanı olmayan kadınların birbirlerinin deneyimlerinden öğrenmesi mümkün oluyor. Kadınların ezilmesi konusunu daha sistemik bir biçimde ele almak, bir anlamda patriyarkal kapitalizmin haritasını çıkarmak ve onun ırkçılıkla, çevre kriziyle, ikili cinsiyet rejimiyle ilişkisini görmek de bu şekilde kolaylaşıyor.
Öte yandan feminizmin diğer sosyal hareketlere sızması, feminizmlerin benimsediği gündemlere ve siyaset stratejilerine etki ediyor. Feminizm sol-sosyalist hareketlere, ırkçılık karşıtı hareketlere, çevre hareketlerine, anti-militarist hareketlere ve -daha ender olmak üzere- muhafazakâr hareketlere sızdıkça daha popüler, kitlesel bir sosyal harekete dönüşüyor. Aynı zamanda farklı kadın grupları arasında hem hak kayıplarına direnen hem de yaşam biçimlerine müdahaleye karşı çıkan koalisyonlar kurma pratiği de ivme kazanıyor. Bu koalisyonlarda sadece kadın olmak üzerinden farklılıkları arka plana iterek yasal kazanımlar elde etme stratejisinin yerine -çünkü bu strateji zaten artık işe yaramıyor- kitleselleşme süreciyle uyumlu bir şekilde farklılıklarla bir arada olma vurgusu öne çıkıyor. Kadınlar Birlikte Güçlü oluşumu bu stratejinin güncel örneklerinden bir tanesi diyebiliriz.
“Sistem dışı”nı yeniden düşünmek
Yukarıda bahsettiğim gelişmelerin sistem dışı feminizm kavramını üç yönde geliştirmemize olanak sağladığını düşünüyorum. İlkini, özel ve kamusal alanlar arasındaki sürekliliğin ötesine geçmek, kamusalın içindeki özeli ortaya çıkarmak ve tabii kamusal olanın özel içindeki rolüne de vurgu yapmaya devam etmek şeklinde özetleyebilirim. Genel olarak #BenDe hareketi, özel olarak da #SusmaBitsin, #UykularınızKaçsın” gibi müdahaleler cinsel taciz, tecavüz, ısrarlı takip ve mobbing konularında kadınların geri adım atmamaya kararlı olduğunu gösteriyor. Bu da kamusal alan-özel alan ilişkisini emeğin yanı sıra kadınların bedensel ve zihinsel bütünlüğüne yönelik müdahaleler üzerinden de etraflıca tartışma ihtiyacını doğuruyor.
İkinci önerim, kadınlar arasındaki farklılıkların ele alınmasıyla ilgili. Var olan haliyle ile “sistem dışı,” kadınlar arasındaki ırk, etnisite, din, cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği gibi farklara dayalı eşitsizlikleri patriarkal kapitalizmin farklı tezahürleri olarak görüyor. Yani biraz üst bir soyutlama seviyesinde duruyor bu anlamda. Ancak son yıllarda karşıt kamusal alanlarda yükselen Uluslararası Kadın Grevi, Bir Kişi Daha Eksilmeyeceğiz [Ni Una Menos] gibi ulusaşırı kampanyaların sınıf politikaları ve kimlik politikaları arasındaki ikiliği yerinden etmeye başladığını görüyoruz. Türkiye’de de benzer şekilde, kimlik politikalarını kapitalist patriyarka tahlilini bir kenara itmeden içerme ve feminizmin kolektif politik öznesini kadınlar arasındaki farklılıkları tüketmeden kurma yolunda bir arayışın varlığından bahsetmek mümkün. Bu da “sistem dışı”nı farklı soyutlama seviyeleri arasında diyalektik bir ilişki kurmak suretiyle güçlendirme ihtiyacına işaret ediyor bana göre. Örneğin Flormar direnişini yalnızca feministlerin işçi kadınlarla dayanışması olarak görmek yerine, seküler-dindar ikiliğinin aşıldığı bir mecra olarak da ele almamız mümkün; sınıf ve kimlik politikalarını analitik olarak birbirinden ayırsak da bunların gündelik dayanışma pratiklerimizde hemen her zaman iç içe geçtiğini teslim etmeliyiz.
Üçüncü önerim de egemen ve sistem dışı feminizmleri birbirinin karşısına konumlanmış cepheler olarak görmemek. Feminizmin kendi içinde çatışarak devinen ve güncelliğini bu şekilde koruyan bir hareket olma özelliğinden yola çıkarak “egemen (sistem içi)” ve “sistem dışı”nı, feminist hareketin iki ana damarına tekabül eden, çoğu zaman birbirine ters düşen ama bazen de birbirini tamamlayan eğilimler olarak görmemiz mümkün. Egemen ve sistem dışı feminizmler arasındaki çetrefil ilişkinin bugün Türkiye’de birden çok tezahürü var. Örneğin STK’cılığı ve proje feminizmini eleştirirken, son yıllarda STK’lara yönelik baskıların artmasıyla onları daha çok gözetir hale geldik. Belki neoliberalizmin etkisiyle maddi ihtiyaçlarımızı karşılamak için çareyi kendimiz STK’laşmakta bulduk. Feministlerin tamamının düşman, hain, terörist olarak kodlandığı bir durumda STK’ları egemen feminizmin kaleleri olarak görmek gerçekçi değil. Üstelik artık birçok STK oldukça muhalif, sistem dışı gündemlerle ve militan kişilerle yola koyuluyor.
Başka bir örnek olarak sol-sosyalist örgütlerde aktif olan ama aynı zamanda kendi öz örgütlenmelerini de kuran feminist kadınları ele alalım. Sayıları özellikle Gezi süreci sonrasında artan bu grup feministe bakarak, “devletten, sermayeden, erkelerden bağımsız örgütlenme” perspektifi sistem dışı feminizmin belirleyici özelliği olmaktan çıkıyor diye gözlemliyorum.
Son olarak “sistem dışı”nın sınırlarının sabit olmadığını, bu sınırların feminist öznelerin siyaseten konumlanışlarına göre de anlık olarak daralıp genişlediğini belirterek bu yazıyı noktalayayım. Örneğin hükümet kürtaj hakkını kısıtlamaya kalktığında, farklı aidiyetlerden birçok kadın karşıt kamusal alanları doldururken, söz konusu barış olduğunda benzer bir kalabalığı göremiyoruz. Bu da sistemin içiyle dışını çoklu bir biçimde, başka bir deyişle feminizmleri çoklu sistemler içinde konumlanışları ışığında düşünmemizi gerektiriyor.
–
Bu makalenin ilk taslağı “Türkiye feminizminde gündemler, örgütlenme biçimleri ve siyaset stratejileri: ‘Sistem-dışı’nı yeniden düşünmek” başlığıyla, Havle Kadın Derneği’nin düzenlediği “Feminizmin Yerelleşmesi” adlı konferansta, 19 Aralık 2020 tarihinde sunulmuştur. Feminizmin Yerelleşmesi konferansımızın diğer metinlerine ulaşmak için buraya tıklayabilirsiniz.